Düşüncelerimi açığa çıkarmam gerekirse, biber gibi önce ipe geçirdikten son kurutmam gerek. Yazın sıcak havasında böyle yapıp kendimi kışa da saklayabilmem için. Elimi başıma doğru götürüyorum, sağ elimi. Yalnızca parmak uçlarım dokunuyor. Bir hamleyle kafamın içinde ne varsa çıkarabilecekmişim gibi. İlk olarak serçe parmağımı çekiyorum, çok yavaşça. Çekerken ancak duyduğumda hatırlayabileceğim kadar eski bir şarkıyı dinlerken yürüdüğüm o geniş, eğimsiz işlek cadde geliyor gözlerimin önüne. Popvari, hareketli bir şarkı; şimdilerde asla dinlemeyeceğim türden. Ardından bir şarkı daha. Ne adını ne de nasıl bir şarkı olduğunu söylememe gerek bile yok. Klibini dün izlemişim gibi. Parmak egzersizinin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha hatırlıyorum. Ardından yüzük parmağımı çekiyorum. Çocukken gittiğimiz o sahil kasabası, uzun yıllar adını dahi hatırlamadığım kişi tam da karşımda duruyor. El sallıyor, ölene kadar beraber olmamız için parmağıma çimenlerden yaptığı yüzüğü takıyor. Yedi yaşında birinin böyle düşünmesi, düşünüyorum da fazlasıyla manidar. Orta parmağımı çekiyorum, hiç acele etmeden. Bundan yirmi yıl önce trene bindiğimde karşımda oturan ayyaşın sarsak konuşmaları, anlatmaya çalıştıkları, diyemedikleri, ayık kalmaya çalışıp aralıklarla uyuyakalmaları. Trenin ara vermeyip ilerlerken raylar üzerindeki tekerleklerinden bir uğultudan çok, yıllar yılı alışılmış o sesi hatırlatmaya başlamasından itibaren uykuya dalması daha da kolay oluyordu. Başparmağımı, hızla çekmek isteyip çekemediğim parmak, çekiyorum. Bundan on yıl önce, on yıl sonrası için bir hedef koyduğumda bunların olacağını tahmin etmezdim. İşaret parmağımı çekmek istemiyorum. Çekiyorum, dün gece okuduğum kitaptaki karakterin kime benzediğini hatırlıyorum. Sonra gözlerimi açıyorum. Sol elimi başıma götürecek gibi oluyorum ama vazgeçiyorum.
Ayağa kalkıp yürümeye başlıyorum,
sahilin ucuna kadar,
görebildiğim yere kadar,
yürümek daha iyi,
gitmek istiyorum.
Yalnızca dalgaların sesi,
bendeki sessizliğe eşlik eden.