Yağlı boya tabloları izlemek, uzun uzadıya çok keyif aldığım has zamanlardır. Ben o
tabloların renklerinin ve siluetlerinin arasında erir giderim. Garip duygular yaşarım…
O anlar olağan üstü hallerdir!
Geçenlerde Osmanlı resimleri adı altında bir dergi geçti elime. Bir resme takılıp
kaldım. Bir süre sonra resmin çok içindeydim. Mutlaka bu tablonun bir ismi vardır,
bilmiyorum. Bunu yapan öpülesi ellere sahip bir üstadı vardır, bilmiyorum. Bildiğim
beni etkilediği alıp o dönemlere götürdüğüdür.
Sizlere onu anlatmaya çalışacağım. Onu derken tabloyu, tabloda gördüklerimi,
hissettiklerimi…
Bir cami, bir minare görülmekte! Cami heybetli. Heybetli dedimse öyle altı minareli
camilerle karıştırmamak lazım… Cami zaten kutsal olduğundan büyüğü de, küçüğü
de heybetli görülür. İhtişamlıdır. Uzun yıllar önce Bulgaristan’dan kara yolu ile
geçiyorduk. Uzaklardan bir minare ve cami görmüştük. Düşünün Bulgaristan’da
oldukça mütevazı bir cami bulunduğu yer ve konum nedeni ile bana Selimiye Camisi
gibi görkemli gelmişti. Cami Allah’ın evi daha ne olsun.
Yanındaki evler ondan boyca da ence de kısa- küçük. Evin hemen arkasında bir
ağaç var. Aman ne kadar güzel bir ağaç, aman ne kadar büyük bir ağaç. Üst dalları
minare ile yarışır halde. Taze filizler ezan sesleri ile mutlaka coşuyor olmalılar ki
hızlı bir büyümeyi ressam resmetmiş. Nasıl mı belli oluyor? Oda şöyle; üst dallardaki
yapraklar fıstıki yeşil, açık yeşil, yeni yeşil renklerinde belli ki çok körpe, çok filizler.
Sadece bir farkla hadlerini bilmiyorlar. Onlar kim minare ile boy ölçüşmek Kim?
Caminin önünde görülen şadırvan ne kadar gizemli… Bize gelenlerden, o
dönemlerden kalanlardan da farklı. Bir değişik, bir gururlu, bir sevapkar çeşmelerin
olduğu şadırvan! Allah’ım bu resmin her bir karesi içimi serinletiyor. Ne çok hoşuma
gitti maşallah… Şadırvanın yanında iki kişiyi işlemiş üstat da çok seçilir değil. Belli ki
abdest alıyorlar.
Caminin görüntüsünü hemen bitirmemek gerekiyormuş! Daha bir dikkatlice bakınca,
cami avlusu beyaz duvarla devam ediyor. Bitişiğinde turuncu renkli bir ahşap bina
var. Bir ev daha! Bu ev diğerinden farklı, cami avlusunun içinde… Bu cami ile birleşik.
Caminin kapısında iki kişi daha var. Onları da uzaktalar çok net seçemiyorum.
Burada beni etkileyen bir başkadan söz edeceğim. Bu cami denizin hemen yanında,
bitişiğinde… Nerede ise dalgalar hızlansa caminin avlusuna gelecekler. O kadar
yakın. O zamanlar adı kayıksa da, bu zamandaki kayıklara benzemeyen bir taşıt
var, hemen denizin kara ile yakınında… Taşıt! Ne kadar tuhaf bir kelime kaldı
bu anlatıların yanında. Su üstünde gezen bir şey… Bir çeşit yelkenli – desem
diyemiyorum. Bildiğim yelkenli büyük değil miydi? Biz buna yelkenlinin küçültülmüş
şekli diyelim. Pek farklı, pek nadir, pek güzel bir şey bu… Kayıkçı ya da tekneci! Oda
var kayığın bir yerinde belli belirsiz.
Deniz kızgın değil ki, doğanın annesi henüz o zamanlar bu zamanki kadar
sinirlenmemiş. Sakin, asude uykusunda… Dalgalar savurmuyor üstündekileri, gittikleri
yerdekileri, kumları tarumar etmiyorlar. Zarif, sakin bir şekilde güneşe, güneşte
dalgaları olan denize gülümsüyor. Bu muhabbetten olsa gerek iskele tahtadan küçük,
minik pek iğreti gibi duruyor. Merdivene benzer kazıklarla tutturulmuş üstünde tabiî ki
ahşap birbirine eşit gibi duran tahtalarla sağlamlaştırılmış halde… Yine denizle sakin
güzel selamlaşmakta… Sakinlik her yerde…
İskelenin hemen yanında küçük bir kayık… İşte buna rahatlıkla kayık diyebiliriz.
Kayıkta bir adam… Elinde sırık benzeri küreği ile denizden destek ayakta durmakta
ve iskeledeki bir başka zatı muhtereme belli ki meramını anlatmakta. Onun hemen
arkasında, biri sarı diğeri turuncunun kırmızıya kaçmış hali, başlarında beyaz örtüleri,
iki taze arzı endam etmekte ne güzel! Sepet var ellerinde tamam şimdi oldu. Bu
tazeler balık almaya gelmişler besbelli. Balıkçı meramını anlatmakta dediğimde pek
de haksız değilim galiba. Öndeki bey arkadaki tazelerin bir yakını olmalı, balığı almak
için pazarlık yapmakta, bunu da anlamış olduk bu vesileyle.
Bayanların hemen ardında-arkasında hani bir evden söz etmiştik hatırladınız mı?
Caminin yanında, evet o evin önünde beyaz gölgeliklerin serinlettiği bir yer gözümüze
ilişiyor. Yerde örtünün üstünde minderler, yaslanmak üzere halı sedir yastıkları…
Ona oturmuş keyfi tam anlamıyla yerinde bir bey… Biri de ona doğru, belli ki bir şey
demek için ya da ikram için eğilmiş. Oh ya. Güzelliklere bakın.
Resim bitti. Baktım gitti. Hayır, öyle olmadı. Resim bitmedi. Baktım ama gidemedim.
Öylece kaldım. Resim ne kadar rahattı. Rahat resim nasıl oluyor?
Şöyle: Herkes sakindi, deniz sakindi, evler sakindi. Renkler sakindi. İnsanlar
birbirlerine saygılıydı. İnsanlar birbirlerine kibar ve naziktiler. İnsanlar doğaya karşı
sorumlu ve dikkatliydiler. Deniz sakindi. Hırçın, kızgın, kavgacı, ayıp, günah, yasak,
kötülük! Bunların hiç biri yoktu. Çok sakindi her şey.
İçim açıldı. İnanın huzur duydum. Bir tablonun beni bu kadar rahatlatması!
Sanat nelere kadir…
•
Kim bilir kimdi bu ressam?
•
Kim bilir burası neresiydi?
•
Kim bilir ne kadar zaman önce yaşanmıştı, bu bir ana sığan, birkaç saatin
anlatıldığı sahne…
Nazan Şara Şatana